8 Mart 2015 Pazar

“KADIN’IN DERDİ - BİLİMİN RENGİ”

Naim PINAR
“KADIN’IN DERDİ - BİLİMİN RENGİ”
Bugün hemen herkes “Dünya Emekçi Kadınlar Günü” nedeniyle kadına yönelik şiddet başta olmak üzere, her türlü haksızlığa ve ayrımcılığa karşı ses verecektir. 8 Mart 1857 tarihinde ABD'nin New York kentinde 40.000 dokuma işçisinin daha iyi çalışma koşulları istemiyle bir tekstil fabrikasında greve başlayarak gerçekleştirmiş oldukları cesaret dolu isyanın ve greve katılan kadınlara yönelik kolluk güçlerinin hunharca saldırısını ve işçilerin fabrikaya kilitlenmesini, ardından da çıkan yangın sonucunda 129 kadın işçinin yaşamlarını yitirmesini konu alan köşe yazıları, makaleler, siyasi bildiriler veya daha yüzeysel olarak bazı kesimler “kadınlar çiçektir” babında çok tumturaklı söylemlerde bulunacaklardır.  Bugünün öneminin iyice idrak edilmesinde ve kadınların uzun soluklu mücadelesinde kat edilen yolun öneminin daha derinlerde aranması gerektiğine inanıyorum. Derinlikten kastım; bu çetin, cesaret, irade ve onur dolu mücadelenin siyasi öncülerinin bile çoğu zaman gözden kaçırdığı daha evrensel değerlere ve bilgiye ulaşmamızda bizleri aydınlatan kadın bilim insanlarının kat ettiği o müthiş başarı serüvenidir.
Bu haftaki yazımı yazmadan kafamdaki konu şekillenmişti. Konu; bilim dünyasına damgasını vurmuş fakat çoğumuzun ismini bile duymadığı kadın bilim insanlarımızın zorlu serüvenleriydi. Yazımın başlığını bir gaflete düşerek fonetik uyum ve ilgi çekici olsun diye “Kadın’ın Fendi Bilimin Rengi” şeklinde düşünmüştüm. Bunu da ilk olarak sevgili eşimle paylaşmış, bir de utanmadan en değer verdiğim kadından takdir bekler gibi bir hisse kapılmıştım. Sonra gecenin ilerleyen vaktinde neden bu başlık bu kadar kolay ağzımdan çıkıvermişti diye düşündüm. Üniversite yıllarımda en sevdiğim hocalarımdan biri olan Prof. Sabri Yetkin’in “bak oğlum bu Osmanlıca dersini sevmesen de, gereksiz görsen de öğrenmelisin” dediğini hatırladım. Yazımın başlığında Osmanlıca bir kelime olduğunu düşündüğüm “fend”i fonetik uyum için kullanmak istemiştim. Yazımın başlığını bana çağrıştıran aslında ataerkil düşünce yapımızdaki saçma sapan bir atasözünden öte bir şey değildi. Sonra fend kelimesinin kökenine ve anlamına baktığımda, farsça kökenli bu kelimenin; hile, desise, el altından yapılan oyun demek olduğunu öğrendim. Fend, kadının akıllılığını, kurnazlığını veya kadının erkeğe olan üstün vasıflarını anlatan bir kelime olmaktan çok uzaktı. Bu daha çok kadınları aşağılamak için ataerkil zihnin dile yansımasıydı. Önce, yarın eşime bu cehaletimi nasıl söylerimin derdine düştüm sonra ise iç sesim aracılığıyla yaptığım hesaplaşma esnasında, ataerkil kalıntılarımızdan kurtulmak için ne kadar gayret ettiğimi, buna rağmen böyle bir gaflete düşmekten geri kalmadığımı itiraf ederek üzüntümü iç sesimle paylaştım. 
Böylelikle yazımın başlığının nasıl “Kadın’ın Derdi Bilimin Rengi” olduğunun samimi itirafını yaparak yazıma başlamanın en hayırlı iş olacağına karar verdim. Egemenlerin otoritesi her alanda var olabilir fakat bilim için önemli olan kanıt ve ileri sürülen argümanların mantığıdır. O nedenle kadın bilim insanlarımızın çalışmaları çok kıymetlidir. Onların en önemli derdi, insanlığın geleceği üzerine çabalamak olmuştur. Her türlü baskıya ve ayrımcılığa karşı zihinlerinin parlaklığını önümüzü aydınlatma yolunda kullanmışlardır. Ortaçağ’dan beri en köklü eğitim kurumları olan Oxford, Leipzig, Paris ve Bologna bile kadınlara kapılarını uzun yıllar kapalı tutmuştur. 19. yüzyıldan itibaren Paris ve Oxford gibi kurumlar, kadın öğrencileri kabul ettiğini açıklasalar da bu ancak bir kadının erkeklerle eş olduklarına yönelik çeşitli testler sonucunda gerçekleşebiliyordu. 18. ve 19. yüzyıllarda yüksek öğrenim, orta sınıf ve aşağısı kadınlar için imkânsızdı. İngiltere’nin başkenti Londra’da 1660 yılında kurulan Royal Society 1945 yılına değin tüzüğünde kadınların üye olmasına izin vermemiştir. Amerika Bilimler Akademisi ancak 1925 yılında kadınları üye olarak kabul etmiş, Rusya Ulusal Akademisi ise 1939’da, Fransız Bilimler Akademisi ise 1962 gibi çok daha geç bir tarihte kadınları üye olarak bünyesine kabul edecekti. Bilindik bir kadın bilim insanı Marie Curie ikinci Nobel ödülünü aldığı 1911 yılında Fransız Bilimler Akademisine başvurmuş ve akademi tarafından ret cevabı almıştı. Fakat erkek egemen yapının bunaltıcı dışlamasına rağmen kadınlar evlerinin yolunu tutmazlar. Onlar, insanlığın geleceği önündeki her engeli bilimsel metotlarla aşmanın derdindedir. Bilimin rengi siyahtı ve bu bilimsel ruha aykırıydı. 1667 tarihinde İngiliz bilim dünyasının aristokrat üyelerinden William Cavendish ile evli olan Margaret Cavendish bu avantajını kullanarak Royal Society toplantılarının birine iştirak eder. Tüm erkek üyelerin protestosuna uğrayan Margaret erkek egemen Royal Society üyelerinin renksiz, ampirik yaklaşımını eleştirir. Canlı hayvanlar üzerinde yapılan cerrahi deneylere karşı çıkar ve kadınların dışlanmasının ne kadar zavallı bir duruş olduğunu savunur. Margaret’in bu cesur çıkışı, Royal Society’ye egemen olanları çok korkutmuş olacak ki; bu girişim sonrası kadınlar ancak 200 yıl sonra benzer bir deneyimi yaşayabileceklerdi. 1786 yılının ağustos ayında ilk kez bir kadın tarafından yürütülen bilimsel bir araştırma uzayla alakalıydı. Araştırmadan çıkan sonuçları Royal Society’nin Philosophical Transcations isimli dergisi çok ilginç bir başlıkla yayınlıyordu: “ Yeni bir kuyruklu yıldız hesaplaması, Bayan Caroline Herschel’den Bay Charles Blagden’e bir mektup, Royal Society Sekreterliği’ne”. Bu dönemde 30’dan az bilinen kuyruklu yıldız varken Caroline tek seferde sekiz tane keşfetmişti. Astronom Caroline Herschel’nin uzmanlık alanı kuyruklu yıldızlardı. 1847 Yılında Amerikalı astronom Maria Mitchell ise “Miss Mitchell Kuyrukluyıldızı” olarak anılacak keşfinin ardından üne kavuşmuştur. Kadına karşı tüm baskı ve dışlamalara karşın 1850’de American Philosophical Society’ye (Amerikan Bilimsel İlerleme Derneği ) kabul edilen ilk kadın üye olur. Kadın bilim insanlarımızın engel tanımaz duruşları sayesinde birçok bilim insanı insanlık tarihindeki gelişmelere katkı koyabilmiştir.

Jane Marcet’in 1806 yılında “Kimya Üzerine- Deneylerle” * adlı eseri yıllar sonra ilk popüler bilim kitabı olarak gösterilecektir. Bu kitap sayesinde fizikçi Michael Faraday bilime heyecan duyacak ve birçok keşfin anahtarı olacaktı. 20. Yüzyılın başında erkek egemen yapı bilim dünyasına hâkim olmaya devam etmekteydi.

1901’de erkek egemenliği altındaki diğer bir bilim yuvası Harvard Üniversitesinde, gökbilimci Edward Charles Pickering erkek egemen yapıyı yıkarak kendisiyle çalışmak üzere özel odasında çağımızın bilgisayarlarından daha çok iş başaracak olan bilim kadınlarını toplamıştır. Burada çalışkan kadın bilim insanları, yıldızların içeriğine dair sahip olduğumuz bilgilerin anahtarı oldular. Bilimin cinsiyeti olmadığını tarihin silinmez kayıt defterine adeta yüreklerinin ışıklarıyla yazdılar. Bilim kadınlarından biri evrenin boyutunu hesaplayabilmemiz için yeni bir yöntem geliştirmişti. Takımın lideri olan Annie Jump Cannon ise çeyrek milyon yıldızı kataloglamayı başaracaktı. Cannon gençlik yıllarında geçirdiği kızıl hastalığı nedeniyle duyma yetisini kaybetmişti. Fakat bu durum onun kararlılığını kırmadığı gibi bilime olan sevdasına da engel olamamıştı. Kadın bilim ekibindeki diğer duyma engelli bilimci Henrietta Swan Leavitt’ti. Gökbilimcilerin bir yüzyıl sonra bile yıldızların uzaklığını ve evrenin boyutunu ölçmek için kullanacakları yöntemi bulan oydu. Harvard Gözlemevinde çalışmalarını sürdüren bilim kadınlarımız inanılmaz buluşlara imza atmışlardır. Bugün onların isimlerini birçoğumuz bilmiyor olabiliriz fakat bilimin gökkuşağını oluşturan bu azimli ve parlak zihinlerdi. Annie Jump Cannon liderliğindeki kadın bilim ekibinin tam olarak ne yaptığına gelince; teleskopun içine yerleştirilmiş bir prizmaya yıldızların ışığının düştüğünü fark ettikleri zaman gerçeği anlamışlardı. Yani büyütülen yıldız ışığı bir şerit halinde ayrışıyordu. Bileşen renklerini kırmızı ışınlar bir uca, mor ışınlar diğer uca gidecek şekilde dışa vuruyordu. Bu da yıldızın tayfı oluyordu. Tayf, ince ve karanlık çizgilerin varlığını gösteriyordu. Bunları laboratuardaki parıltılı maddelerden gelen çizgilerle kıyaslarsak bizim Dünya’dan tanıdığımız elementlerin en dıştaki yıldızlarda da var olduğunu tespit edebilirdik. Cannon’ın geliştirdiği şemaya göre yüz binlerce yıldızın tayfsal karakterini sınıflandırmanın mümkün olduğu görüldü. Her yıldızın tayfsal çizgi şablonlarıyla yedi geniş kategoriden oluşan kesintisiz bir dizilime sahip olduğunu keşfettiler. Bu kategorilerin her birine birer numara verilmişti. Ama iki yıldızın aynı harf sınıfındaki tayf çizgileri belirsiz biçimlerdeydi. Cannon, bu tayfları birbirinden ayırt etmek için her bir sınıfa on adet nümerik alt kategori tayin etti. Annie J. Cannon, Yıldızları düzene sokan ilk bilim insanıydı. Ama onun çalışmasının arkasındaki gizli anlamı çözmek başka bir kadın bilim insanına düşecekti. 1923 yılının İngiltere’de kadınların bilim alanında kariyer yapmaları halen yasaktı. Ama Cecillia Payne Londra’da Einstein’ın Genel Görelilik Kuramı’nın doğru olduğuna dair ilk delili bulan bilim insanı olan astronom Sir Arthur Eddington’ın verdiği bir derse katıldı. O andan itibaren hiç bir şeyin onu büyük hayallerini kovalamaktan caydıramayacağını anlamıştı. Amerika’ya kadınların daha rahat yıldızlar üzerine çalışma özgürlüğünü kazanmış olduğu yere gitmenin amacına ulaşmak için en mantıklı seçenek olduğuna karar verdi.
Harvard’a yaptığı başvuru kabul edildi. Payne’in Harvard Gözlemevinde keşfedeceği şey, astronomideki en merkezi inançlardan birini sarsacaktı. Ortaya çıkan etki ise modern astrofiziğin temellerini oluşturacaktı. Harvard’daki bilim kadınları Annie J. Cannon liderliğinde yıllarca yıldızları gözden geçirmeye, her birinin tayfsal imzasına hızlıca bir bakışla kontrol edip sonra da onları yedi kategoriden birine koymaya devam ettiler. Yıldızlar henüz kimsenin anlayamadığı daha büyük bir resimdeki yüz binlerce nokta halini alıyorlardı. Kadınlardan oluşan bu topluluğa Cecilla Payne’de katılmıştı. Cannon, yıldızların tayflarına ait her şeyi Payne ile paylaştı. Payne, Cannon’un verilerini analiz ederek yıldızların kimyasal bileşimini ve fiziksel durumlarını belirleyip belirleyemeyeceğine göz attı. Payne, bu araştırmasına, kuramsal fizik ve atom fiziği üzerine sahip olduğu uzmanlığı da katınca ortaya çıkan sonuç; yıldızların tayfındaki en belirgin özelliğin ağır elementlerin varlığını işaret ettiğini gördü. Örneğin; kalsiyum ve demir. Bu ikisi Dünya’daki elementler arasında da bolca bulunuyor.  Gökbilimciler bu çalışmalardan yola çıkarak yıldızların, Dünya’dakilerle aynı elementlerden oluştuğunu ve bu elementlerin de kabaca aynı oranlarda bulunduğu sonucuna vardılar. Yıldızlara dair anlayışımıza büyük katkılar yapmış olan Henry Norris Russell, 1924 yılında Amerikalı gökbilimcilerin en kıdemlisiydi. Russell, Dünya’da sahip olduğumuz kimyasal elementlerin 40 veya 45 tanesi aynı zamanda güneşin tayfında da mevcut diyordu.  Dolayısıyla Güneş’in bileşiminin de Dünya’dakine benzediğini varsayabiliriz tezini savunuyordu. Russel’a göre; eğer Dünya’nın kabuğu da akkor olana dek ısıtılırsa onun tayfı da Güneş’inkine benzeyecektir.
Annie Cannon ile yeni fikirlerini paylaşan Payne, geniş bir sıcaklık yelpazesinde tayfların nasıl görüneceğini hesaplamayı başarır. Bu yeni teori Cannon’ın sınıflandırma sistemine kusursuz biçimde uyuyordu. Bir yıldızın tayfı, onun tam olarak ne kadar sıcak olması gerektiğini söylüyordu. Cannon’un çalışması sayesinde Payne, yıldızların neredeyse tamamen hidrojen ve helyumdan oluştuğunu keşfetmişti. Payne, yıldızlarda metallerden bir milyon kat kadar fazla hidrojen ve helyum olduğunu söylüyordu.  O günün yaygın anlayışına göre Payne’in bu görüşü çılgınca bir görüştü.  Bu görüşlerini tez haline dönüştüren Payne, dönemin en gözde gökbilimcisi olan Profesör Russell’a tezini gönderir.  Russell, tezi okur okumaz ilk yorumu “zavalı kadın” olur. Russell ‘a göre Payne’in tezi temelden hatalıydı. Prof. Russell, Payne yazdığı mektupta şöyle diyordu: “Hidrojen’in metallerden bir milyon kat fazla olması açık bir biçimde imkânsızdır.” Payne’in çok emek vererek topladığı kanıtlar geleneksel bilimsel anlayışa tersti. Russell’ın mektubu sonrası yıkılan Payne, dönemin en büyük bilim insanının yanılmasının imkânsız olacağını düşündü ve tezine son verdi. Russell’ın, Payne’in haklı olduğunu anlaması dört yıl alacaktı. Russell, Payne’in haklı olduğuna kanaat getirince Payne’in hakkını teslim edecekti. Payne’in “Yıldız Atmosferleri”  isimli tez çalışması, gökbilim tarihinin en iyi tezi olarak kabul edilir. Gökbilimin ana kaynaklarından biri olur. Egemenlerin otoritesi her alanda var olabilir fakat bilim için önemli olan kanıt ve ileri sürülen argümanların mantığıdır. Bugün bilimsel gelişmenin önünü açan birçok çalışmada kadın bilim insanlarının imzası vardır. 1925 yılında doğan biyofizikçi Rosalind Franklin’in DNA’nın yoğunluğunu, sarmal yapısını ve birçok önemli özelliğini saptayan ilk bilim insanımızdır. Uzun yıllar bilim dünyası Franklin’in başarısını görmezden gelmiştir. DNA’nın günümüzde bilinen çift sarmallı merdivene benzer yapısı 1953’te çözüldü. Bilim dünyasında birçok alanı etkileyecek olan bu buluşla ismini en çok duyuran kişiler; James Watson ve Francis Crick oldu. Bu başarıda ayrıca pay sahibi olan Franklin’in çalışma arkadaşı Maurice Wilkins de zaten 1962’de Fizyoloji ve Tıp Nobel Ödülü’nü Watson ve Crick ile paylaşmıştır. DNA’nın keşfinde çok önemli katkısı olan fakat 1962’de Nobel heyeti tarafından tanınmayan Rosalind Franklin ise aslında DNA’nın keşfinde öncü olan bilim kadınıdır. Neyse ki artık bilim dünyası Rosalind Franklin’in DNA üzerine yaptığı katkıyı kabul etmektedir.
Geçmişten günümüze kadın bilim insanlarımızın yaşadığı zorlu mücadele sadece cinsiyet ayrımcılığına karşı verdikleri onurlu mücadele ile anlatılırsa eksik kalır. Aynı zamanda erkek egemen anlayışın dışlamalarına karşı insanlığın geleceği için bilim adına paylaştıkları evrensel gaile için gösterdikleri mücadele de unutulmamalıdır. Bazen ataerkil yapının kurbanı oluyor ve toplumsal cinsiyet eşitliği konusunda yapılan çalışmaları gelenekçi bir bağnazlıkla alaya alarak eğleniyoruz. Örneğin, kullandığımız dile dikkat etmezsek gelecek kuşak erkekler de tüm bilim insanlarına “bilim adamı” demeye devam edecektir. Yukarıdaki kadın bilim insanlarımız en azından bilim insanı olarak anılmayı hak ediyorlardır. 1667 tarihinde Margaret Cavendish’in Royal Society toplantısına katılarak canlı hayvanlar üzerinde yapılan cerrahi deneylere karşı çıkışı, muazzam bir vizyonun da işaretiydi. Bu gibi konular, ancak bugünlerde bilimin etiği altında tartışılabiliyor. O dönem erkek egemen yapının protestolarına ve saldırılara rağmen cesurca fikirlerini ortaya koyan yine bir bilim kadınıydı. Onun da derdi, o dönemki bilimin rengiydi. Harvard Gözlemevinde bir grup kadın bilim insanının yaptığı çalışmalar, Franklin’in DNA konusundaki öngörüsü, kuyruklu yıldızlar konusunda uzman astronom Caroline Herschel’nin azmi, Annie Jump Cannon’un yıldızları sınıflandırarak ilk yıldız haritasını oluşturması, Cecilla Payne’in muazzam tezi, Henrietta Swan Leavitt’in evrenin boyutlarını anlamamızda ortaya koyduğu hesaplama yöntemi ve daha niceleri için evrensel bir teşekkürü hak ediyorlar. Bilim içerisindeki kadının derdi; bilimin rengini değiştirmiştir.


KAYNAKLAR
http://www.nat-geo.tv/cosmos-bir-uzay-seruveni-8-bolum/2/
http://arsiv.salom.com.tr/news/print/15041-DNA-kesfinin-ardindaki-gizli-kahraman-Rosalind-Franklin.aspx
http://haber.sol.org.tr/bilim-teknoloji/unutulan-bilim-kadinlari-haberi-36596
 * Conversations in Chemistry in which the elements of that science are familiarly explained and illustrated by Experiments











Hiç yorum yok:

Yorum Gönder